'Bu yazı 28 Haziran 2021 tarihinde www.betuldemirkiran.com sitemde blog kısmında yayınlanmıştır. Oradan alıntıdır. '
Hepimiz, Subaşı’nı Acun Ilıcalı’nın Zeynep hanımla evliyken yaşadığı ‘yasak aşk’ hikayesinin başkahramanı olarak tanıdık. Başkahraman diyorum genelde böyle durumlarda erkek değil kadın daha çok konuşulur. Ve evli bir erkekle beraber olduğu için daha çok kadına yüklenilir. Eh biz de toplum olarak biraz öyle yaptık. Acun neden yaşça o kadar küçük yaş biriyle hem de evliyken, evlilik kurumunun ve ilişkinin kendisine halel getiren bir davranış gerçekleştirdi diye sadece cılız bir sesle sorguladık ki bunu sorgulamak da aslında çok bize düşmeyen bir şeydi. Ancak kamuya mal olmuş, hayatını toplum önünde yaşayan tanınmış kişilerin hayatı komşu Mehmet ve Aylin hanımın hayatına aman canım bize ne der gibi diyemiyoruz. Bir şekilde karışıyor bir şekilde bulaşıyoruz bu hayatlara.
Takip ediyoruz, merak ediyoruz, dedikodusunu yapıyoruz. Benim gibi analiz yapan uzmanlar var mı bilmiyorum ama ben de olan biteni hep analiz ediyorum. Subaşı’nın peri masalı zannediyorum ki Acun beyle tanışması ile başlamıştı. Subaşı Melisa’ya hamile kalınca Acun bey eski eşinden ayrılmış bir süre sonra da Subaşı ile dünya evine girmişti. Subaşı’nın cesur ve hayatını bildiği ve istediği gibi yaşadığını gösteren paylaşımları milyonlarca takipçi kazanmasına vesile oldu. Takipçilerin bir kısmı onu katı bir şekilde eleştirirken bir kısmı da alkışlıyordu.
Subaşı bizim alışık olduğumuz kadın tipinin dışındaydı. Geleneksel anne/kadın kodlarımızı deforme ediyor ve sürekli aklımızı karıştırıyordu. Ancak ben hep kendisinin annesiyle ilişkisinin formunu merak ediyorum. Acun beyin 20’li yaşlarda elim bir trafik kazası ile ailesini kaybettiğini biliyordum. Bu onun için büyük bir travmatik deneyim olsa gerekti. Ben kendisinin 20’li yaşlardaki kadınlarla aşk yaşamasını hep buna bağlamışımdır. O yaşlarda çaresiz hisseden, kaybı olan, varlığının sebebi olan insanları kaybeden genç adam bir gün yeterli gücü elde ettiğinde kendisini o yaştaki sevgilisi yerine ikame ederek aslında 20’li yaşlardaki Acu’un acısını iyileştiriyor diye düşünmüşümdür hep.
Hayatımız döngülerden ibaret. Ve geçmiş döngülerimize ne zaman gireceğimizi, ne zaman o döngüleri tekrar edeceğimizi bilemiyoruz. Fakat tekrar ettiğimizi farkettiğimizde bir çok şeyi dönüştürebileceğimize inanıyorum. Hasılı Acun beyle ilgili yaptığım analiz tamamen benim kendi görüşümdür. Hakikati ancak kendisiyle çalışarak anlayabiliriz. Subaşı, genç yaşta hem anne oldu hem de milyonların gözü önünde hayatını sergileyen bir sosyal medya fenomenine döndü. Daha sonra yaşamını ve tavsiyelerini konu aldığı bir kitap yazdı.
Boşandıktan sonra bir kaç aşk ilişkisine imzasını attı fakat kısa sürdü. Bir çok genç kız, ergen, kadın hangi tanımı kullanırsanız kullanın giyim ve yaşam tarzı ile farkında olmadan onu örnek almaya başladı. Subaşı gün geldi, genç kızların idolü olmayı başardı. Ben hala bu süreçte annesiyle ilişkisini merak etmekteydim.
Ve gün geldi Mısırlı milyarder sevgilisi diye tanımladığımız kendi deyimi ile Medo ile tanıştık. Psikoterapide hocamız bize şunu söylemişti; hızlı başlayan ilişkiler aynı şekilde hızlı biter. Ve başlama nedeni genelde bitme nedenidir. Milyonlar Subaşı’nın Medo ile bir peri masalını andıran hikayesini izlerken, ben Medo’nun narsistik kişilik örgütlenmesi olabileceğini ve zirveye çıkardığı Subaşı’nı her narsistin yaptığı gibi bir gün paraşütsüz oradan atabileceğini söylemiştim. Bir ara Subaşı’nın verdiği röportajı izledim. Ve nihayet orada annesiyle olan ilişkisini az da olsa çözümleyebilmiştim. Anneyle her ne kadar fiziksel olarak ayrı gibi görünse de simbiyotik bir ilişkisi olduğunu analiz etmiştim konuşmalarından. Annesiyle her gün 1 saat konuştuğunu ifade etmişti. Anne onun her şeyiydi, her şeyden öteydi. Ve bana öyle gelmişti ki, Subaşı aslında bu ilişkiden ona depolanan annesinin yaşayamadığı hayatı deneyimleyerek annesine olan sadakatini gösteriyordu. Genel de bunu görürüz. Hatta Jung der ki, ‘Çocuğun psikolojisini en çok etkileyen şeyi sorarsanız, anne babanın yaşanmamış hayatıdır derim’. Çocuklarımız bizim bastırarak yaşadığımız, gizlediğimiz, hayalini kurduğumuz, içimizde ukde kalan hayatları, duyguları, sakladığımız sırları kendi yaşamlarında bazı olayları ve davranışları halinde deneyimleyerek açığa çıkarır. Belki Subaşı da bunu yapıyordu. ‘Belki’den öteye gidemiyorum zira bu tahmine dayalı bir analiz.
Nihayet Subaşı, Acun ile olan döngüsünü tekrar edip hamile kalınca- ki çok önceden Acun bey de yine 20’li yaşlarda bir genç kıza gönlünü kaptırarak kendi döngüsünü yeniden tekrar etmeye başlamıştı- ben bir arkadaşıma şunu söylemiştim; sona yaklaşıyoruz, çok kötü düşebilir aşağıya. Hızlı başlayan ve kendini I m all yours ( Tamamen seninim) diye teslim ettiği bir adamın kendisine sunduğu peri masalı hikayesi başladığı gibi hızıca bitti. Bu sadece Subaşı’nın öyküsü değil, bu nedenle kaleme alıyorum. Bu aslında bir çok genç kızın yaşadığı bir öykü.
Ebeveynimizle olan ilişkimizin örüntüsü ve bağlanma şeklimiz partnerimizle olan ilişki biçimimizi belirler. Subaşı, verdiği röportajda hep pozitifte kaldığını, uzunca süredir hatta ağlamadığını, duygusal bir filmde bile göz yaşlarını durdurduğunu anlatırken içindeki o anksiyete fark edilmiyor değildi. Duygularını kapatmak, bastırmak güçlü olmak ya da pozitif olmak anlamına gelmiyordu. Hiç kötü olmasın hep iyide kalalım düşüncesi sağlıksız bir düşüncedir. Hep olumlu düşünmek, hep pozitifte kalma çabası sağlıksız bir çabadır. Bize düşen, duygularımızı görüp, kabul edip, yaşayıp, bunu neden yaşadığımızı bulmak, şifalanmak ve o duygu ve düşüncelerin hayatımızdan geçip gittiğini izlemek. Ağlamamak, hep gülmek, hep mutlu olmaya çalışmak kendimizi inkar etmekten başka bir şey değildir. Bu inkar bazen, Subaşı’nın röportajında bahsettiği gibi içindeki negatifi dışarıya atarak, başkaları benim mutsuz olmamı istiyor, onlar boşanamıyor ben boşandım, istediğim gibi hayatı yaşıyorum, rahatsız oluyorlar, paylaştığım hayat herkesin özendiği bir hayat bu nedenle kötü düşünce ile bakıyorlar, mutlu olamadıkları için beni eleştiriyorlar cümleleri ile hayatımızda yer bulabilir. Kendimizde inkar ettiğimiz şeyi genelde başkasında görürüz. Zira şu hiç unutulmamalıdır, ben de dahil her insanın içinde Jung’un bahsettiği gölge/karanlık yanları vardır. Tasavvufta bahsedilen nefs-i emmare tam olarak budur. Kişi keni gölge yanlarını görüp kabul ettikçe kemale erer. Jung da iyileşmenin bununla mümkün olduğunu, gölge yanlarımızı da en iyi ikili ilişkilerde görebileceğimizden bahseder.
Kendimizi inkar ettiğimiz sürece aynı sınavlar karşımıza çıkar. Evet acı çekiyorum, evet hata yaptım, evet üzüntülüyüm, evet kederliyim, öfkeliyim, çaresiz hissediyorum, yetersiz hissediyorum…. Bunları ifade etmek bize kendimizi daha iyi hissettirir. Burada önemli olan bunu çok uzun süre deneyimlemeden, takılıp kalmadan şifalandırmak. Psikolojik destek hiç almadığını söyleyen Subaşı, bu noktada psikologunun da annesi olduğunu söylemişti. Ancak bizler ebeveynimizle olan ilişkimizde hastalandığımız için onlarla iyileşemeyiz. İyileşmeyi teröpatik süreçte bir uzmanla gerçekleştiririz. Ya da sağlıklı ikili ilişkilerimizle…
Lüks, şan, şöhret, kaynağı belli olmayan para, gösterişli yaşamlar, bize şahane bir şey gibi gelebilir. Hepimizin bir yanı o hayatlara gıpta edebilir. O kişilerin çok şanslı olduğunu düşünebiliriz. Ancak huzur ve mutluluk, kişinin kendisini bilmesinde yatar. Mutluluk ve huzur dışarıdan içeriye enjekte edilecek bir şey değildir. Bu durumu biz bakım verenimizle ilk ilişkiyi kurduğumuz bebeklik döneminde geliştirdiğimiz(ya da geliştiremediğimiz) duygu regülasyonu ile sağlarız. Kişiye içsel gücünü duygusal regülasyonunun sağlamlılığı ve güvenli bağlanma modeli verir. Ancak bazen bunu travmatik deneyimlerle de kazanabiliriz. Yaşadığımız travmatik deneyimler de bizi duygularımızla yüzleştirir ve bebeklik döneminde inşaa edeceğimiz o regülasyonu içimizde güçlendirmemizi sağlar. Travma her zaman kötü değildir, bizim hayatta kalmamızı sağlayan temel unsurlardan biridir. Yani güç, bir şeyleri inkar etmekte değil, deneyimlemekte, kabul etmektedir.
Son olarak Medo’nun dolandırıcılıktan elde ettiği mal varlığı, Subaşı’na hediye ettiği şeyler sahte olabilir. İlişkiyi bu bitirmiş olabilir. Burada esas mesele, duygular da sahte miydi olmalı. Ben işin bu tarafını merak ediyorum. Peki ya o duygular? Subaşı’nın duyguları, ya da Medo’nun. Yaşanan hayal kırıklığı, hissedilen öfke, kızgınlık? Sanırım bu soruların cevapları sadece kendilerinde olacak. Bize kendimize dönerek, kendimizi sorgulayarak bu hikayeyi izlemek düştü.
Şimdilik benden bu kadar. Biten bir peri masalı üzerine bir şeyler yazmak istedim. Umarım kimseyi kırmadan kaleme dökmeyi başarabilmişimdir. Subaşı ile ilgili paylaşım yaptığımda linç yediğim oluyor. Ancak benim meselem Subaşı değil, bu ülkenin kadınları ve hayranlık duyulan peri masallarının üzücü sonları. Bizler Kül Kedisi ya da Pamuk Prenses değiliz. Biz kadınlar hayatlarımızı, bir prensin bizi kurtarmasını bekleyerek geçiremeyiz. Bize bir erkeğin arzuladığımız hayatı sunmasını bekleyerek aciz bir yaşam süremeyiz. Biz kadınları güçlü yapacak tek şey kendi bilgeliğimizdir. Bu bilgeliğe kendimizi tanıyarak ereceğiz. Ve o zaman değer üreteceğiz. Bu hayata ne katıyoruz, hangi değeri üretiyoruz önemli olan bu. Sevgiler
Psk. Blm. Uzm ve Yazar
Betül Demirkıran
Comments